30 Ekim 2009 Cuma

ALİ NAZIK KEBAP



Arkadaşlar bu 2. denemem, ilki başarızdı ama bu gerçekten lezzetli oldu!


Bu gurbet memlekette taze patlıcan bulmak kolay olmuyor, Amerikalıların pek öyle taze sebze yediği söylenemez. Şans eseri geçen hafta taptaze ve küçük küçük patlıcanlar buldum.


Boyutları önemli çünkü burada salatalık almak isterseniz bir tanesi 1 dolar ve boyu yaklaşık kolunuz ebatında:)


Malzemeler:


5-6 adet patlıcan


bir adet kurusoğan


kıyma


yoğurt


1 çorba kaşığı un


az miktarda süt


1 diş sarımsak




Soğan ile kıymayı biraz da sıvıyağ ekleyerek güzelce kavuruyorsunuz. Patlıcanları közlüyorsunuz.


Ben fırında közledim broil yani gril kısmında 40 dakka civarında közlendi.(tepsi içerisinde)


Közlenen patlıcanları sıcakken soyup bir tavaya alın, 1 çorba kaşığı un ile göz kararı çok olmayacak şekilde üzerinde süt döküp karıştırın. İsteğe bağlı olarak biraz sıvıyağ da konabilir.


1 diş sarımsağı küçük küçük parçalara ayırıp yoğurda karıştırın. Burada süzme yoğurt olmadığından Danone normal yoğurt kullandım.


Payreks bir kaba ilk önce patlıcan püresini, üzerine yoğurdu, en üste de kıymayı dökün.


Buarada kıymayı kavururken kara biber ekin, patlıcanı püre haline getirirken de biraz tuz ekleyin.


Çok lezettli oldu. Tavsiye ediyorum arkadaşlar:)




p.s. ölçülerimin cogunlugu göz kararı, mesela kıyma tariflerde yarım kg yazıyor ama ben biraz daha az kullandım, yogurdu da bol koydum.






sevgiyle...


28 Ekim 2009 Çarşamba

HAYAT-SÜPRİZLER..INSANLARA DAIR...

Hayat süprizlerle dolu..İnsan büyük konuşmayacak..en büyük hata!! Hayat insana öyle birşey sunar ki, bütün büyük konuşup yapamam edememler bir anda yok oluverir. Düşünüceksin, çok yorum yapmayacaksın, kendine saklayacaksın fikirlerini..





Yıllar önce insanların ailelerinden ayrılıp yurtdışında yaşama fikirleri gündeme geldiğinde, ben hayatta yapamam ayrılamam derdim, üniversite zamanı herkes master kovalarken; hayatta yapmam bir daha hukuk okumak mı aslaaaa diye serzenişlerde bulunur, kendi tezlerimi savunurdum heryerde...Ne zaman büyük konuşsam asla yapmam desem, bir şekilde , er veya geç o durumla yüzleşiyorum. Her yazımda tekrarlıyorum, insan hayatta ve sağlıklı ise bütün yapamam edememler boş, bir yolu bulunuyor bazı şeylerin..






Olayları nasıl algıladığımız önemli, yani aslında çok klasik boş bardak-dolu bardak hikayesi, bir şeye çok sevinebiliriz, çok da üzülebiliriz, nasıl algıladığımız önemli.






Beklenmedik hadise karsısındaki ilk duygular: panik, ya olmazsa, ya daha iyisini yapabilirsem..hep bir acaba duygusu..Aslında hepsi boşuna..Ne olacaksa olmuyor mu kendiliğinden?




Ben hala hayatımda herseyi oluruna bırakmayı öğrenemedim, sanki kendi hayatım ve hatta sevdiklerimin hayatı kendi kontrolümdeymiş de bu sebepten hiç hata yapmamam gerekiyormuş, benim bir hatam herkesin hayatını etkileyecekmiş gibi yaşıyorum sanırım..




Bu alanda kendimi eğitmek için elimden geleni yapıyorum.. Mesela bazen sorunlara odaklı kalıyorum aslında neden çözüm arayıp çare arayıp bir an evvel çözüme odaklanmıyorum ki?




O zaman aslında endişeler de kaybolacak, çözümler için adım atılmış olacak..









Peki arap saçı gibi olan durumlardan nasıl çıkılacak? Yine çözüme odaklanılacak..Zaten kolayları herkes başarır önemli olan zoru başarmak mıdır?







Aslında sanırım insanlar sorun olmayan mevzuları sorunmuş gibi görerek problem yaratıyorlar. Ben de böleyim kabul ediyorum..Bazen pireyi deve yapabiliyorum..Çünkü herşeyin yolunda, sorunsuz ilerlemesini istiyorum herkes gibi..Minicik bir pürüz cok huzursuzluk verebiliyor.



Pürüz çıkan konu bir kişiden kaynaklanıyorsa o kişiye haddini bildirme taraftarıyım her zaman:) Kimsenin huzur bozmaya hakkı yok düşüncesinden yola çıkarak bu huyumu her yerde ve her alanda uygulayabiliyorum.



Bazı kurallar vardır, herkes her kuralı bilmek zorunda değildir, karşınızda kuralı bilmeyen biri varsa ona nazik ve güzel bir USLUP ile gösterir, öğretmeye çalışırsınız, yok yine öğrenemiyosa o zaman nazikliği elden bırakabilirsiniz..



Burada bir arkadaşımın basından geçen hikayeyi paylaşmak istiyorum..Arkadaşım bir doktora gidiyor, çok önemli olmayan kronik bir rahatsızlığı var, doktora başka bir sebepten ötürü gidiyor, fakat bu rahatsızlığını her fırsatta dile getirip risklerinden bahsedip arkadaşımın moralini bozuyorlar. Çok risk grubundasın, çokkk büyük risk grubundasın diye diye arkadaşımda ne asap ne huzur bırakıyorlar. Arkadaşım Amerikalı olmadığından , amerikalıların otomatik düşünme mekanizmasına sahip değil yani duyguları daha ağır basabiliyor benim gibi. Bir daha aynı yere gitiğinde orada kendisine durmadan aynı şeyleri tekrarlayan doktorlara haddini bildirmeye hazırlanıyor şuanda..



Birine çok hastasın, çok kötü olacaksın derseniz o insanda ne umut bırakırsınız ne de yaşama sevinci. Mesela, rahmetli anneannem rahatsızlandığında başta annem olmak üzere hepimiz ona hiçbir şeyi olmadığını, üşüttüğünü, kendine çok iyi bakarsa iyileşeceğini vurguladık, durmadan ve durmadan...Bu davranışlarımızın onun ömrünü uzattığına hiç şüphem yok..



Ben de hemen etkilenirim birinin söylediği daha doğrusu duymak istemediğim tarzda konuşulduğu zaman..çirkin ve kırıcı ya da korkutucu konuşulduğu zaman..Ister alıngan, ister başka türlü düşünülsün, zaten beni çok seven insanlar beni kırmak istemediklerinden o şekilde konuşmazlar benimle..bilirler beni çünkü..kırılacağımı, mutsuz olacağımı...Güzel şeylerden de etkilenirim çok kolay...Aslında ne kadar kolay birini mutlu etmek gönlünü almak..



Bir gülücük, bir tatlı söz, biraz geri adım..Bütün gerginlikleri yok etmez mi?





Geçen hafta kütüphanede ders çalışırken biri telefon ile bagıra bagıra konuşmaya başladı. Amerikada enterasan ve dikkatimi çeken bir husus, insanlar kızsa da dönüp o insana birşey sölemiyorlar, sanırım hemen güvenlik ya da benzeri yetkili yerlere haber veriyorlar. Yani böle bir kabalığı yapan biri ile muhattap olmak istemiyorlar. Tabii ki bende ki Türk kanı o kadar sabra tahammül edemeyeceği için, "burası kütüphane, kim telefonla konuşuyor" diye bir çıkış yaptım..İyi de yaptım çünkü hiç cevap gelmeden ses 5 dakika içerisinde kesildi:))


Türkiyede olsak sanırım güzel bir tartışma çıkardı bu durumdan..:))





Hayatta ne yaparsak yapalım, nerede olursak olalım USLUP çok ama çokkk önemli...Güzel bir uslupla atılan her adım mutklaka pozitifliği getirir. Biri sizi kızdırmışsa, onu uyarmak istiyorsanız güzel bir uslupla yapacaksınız ki onu kaybetmeyesiniz..Birinden birşey isteyecekseniz güzel bir uslupla isteyeceksiniz, birinin hastalığının risklerinden bahsedecekseniz güzel bir uslupla korkutmadan anlatacaksınız..Aslında hayatta her alanı uslup mevzuunda toplayabilirz bana göre..


Bazılarına da ne yaparsanız yapın bunları anlatıp kabul ettiremezsiniz, yani onlar uslupsuz gelmiş uslupsuz gidecekler.Ben bu uslupsuzlara biraz fazla takıyorum kafayı sanırım...Tanıyım veya tanımayayım sanki o aksaklığı ve gerginliği düzeltebiliecekmişim hissi var içimde sürekli..


Hayat-süprizler-iyiler-kötüler-usluplular-uslupsuzlar..herşey insanlar için..Güzel süprizleri paylaşacak güzel insanlar daima yanımızda olsunlar..


sevgiyle....

21 Ekim 2009 Çarşamba

NE HISSEDIYORSAK OYUZ!!




Kendinizi nasıl hissederseniz dışarıdan da aynı o şekilde görünürsünüz.. Çok güzel, çok çirkin, çok mutlu, çok depresif, kararsız, pozitif, negatif...içiniz ne ise dışınıza yansir..





Benim bir başucu kitabım var, Burak durmadan alay ediyor bu kitabımla ama bence %100 gerçeklerden bahsediyor.





Kitap şöyle, herhangi bir rahatsizlık adı , psikolojik sebepleri ve iyilişmek için söylemeniz, inanmanız, hissetmeniz gerekenler.. Mesela örnek olarak "aşırı iştah", sebebi: korku-korunma ihtiyacı, veya "iştah kaybı, sebebi : korku-hayata güvenmeme. İyileşmek için "hayatın güvenli ve keyifli olduğuna inanma, kendini emin ellerde hissetme".. gibi.





Bazılarına bunlar tamamen saçmalık olarak gelirken, benim gibi herseyin beyinden geldiğine ve birçok şeyin aslında insanın kendi elinde olduğuna inanlara ise, oldukça tatmin edici gelebilir. Baş ağrısından, sivilcelere kadar insanın hayatta karşılaşabileceği bütün rahatsızlıklara psikolojik sebepler bulunmuş ve bunların tedavi yöntemleri yazılmış zihinsel olarak.





Tabiiki tıp bilimine karşı olamayız yani tabiiki nice hastalıklar vardır ki çaresi yoktur ben bunlardan bahsetmiyorum, insanın günlük hayatını huzursuz eden, çaresi olan ve küçük rahatsızlıklardan bahsediyorum. Kaldı ki günümüzde bir çok büyük rahatsızlığın tedavisinde de yardımcı olarak bu gibi alternatifler kullanılmakta.





Benim bu gibi hususlara açık olmam ve bu derece inanmamda annemin rolu çük büyük. Ben 10-11 yaşlarındayken annem yüksek sesle %100 düşünce gücü adlı kitaptan bana parçalar okurdu, bir insanın hayatta ne olmak istiyorsa olabileceğine inancım o zamnlarda başladı sanırım. Aslında annem okurken çok ciddiye almaz gülerdik ablamla beraber, ama aslında kulağımın bir köşesinde hala çınlar annemin sesi. "Nerede olursam olayım, Ne yaparsam yapayım..." diye başlayan kısım özellikle bodrumda heyecanla akşam havuzbaşına çıkmak için hazırlanıp, saçlarımızı kurutup ne giyeceğimize karar verirken annemin yüksek sesle ablam ile bana tekrar ettirdiği unutamadığım bölümdür.





Şimdi yolun yarısının çok da uzak olmadığı bu yaşlarımda anlıyorum insanların hayatlarında annelerinin rolunun ne kadar büyük olduğunu, onların ağızlarından çıkan her bir kelimenin hayatlarımızın gidişatını nasıl etkilediğini.





Mesela annem geçen gün Buraka demişki, biz heralde bir yerde yanlış yaptık ki bu kız ders çalışırken normal dışı kimliğe bürünüyo:))) gerçekten çok güldüm ama yanlış nerede bulamadık hala..master bitince burak için sevinicem en çok. ( bu konu ile detaylı bilgi için: asena-ayşe-aslıhan bilgi alınabilir)





Neyse, ben şöyle bir varsayıma geldim ki, bir insan sürekli hastayım der, hasta gibi davranır, sürekli mutsuz olur ve bu mutsuzlugunu gizleyemez, sürekli şikayet eder durursa o zaman bütün bu negatiflikler onun karakteri olur.





Aslında hayatta bana göre herseyi çözebilecek olay gülümsemektir. Kırgınlıkları, kavgaları, küslükleri bitiren, olumluluğu çağıran gülümsemektir.





Ve o kadar da zor birsey değil, sürekli somurtmak çok daha zor olmalı, sürekli iç organlarına baskı yapmak, gelen pozitiflikleri itmek, görmemek bence daha zor gerçekten. Bir süre sonra bu tarz insanlardan uzaklaşılıyor. Kimse %100 bir şekilde her istediğine sahip olamadığından zaten çevremizdeki herkesin bir takım sıkıntıları ve belki bizim tahmin bile edemeyeceğimiz dertleri var neden bir de üstüne üstlük başkalarının sıkıntılarını üstlensinler ki?? Tabii ki arkadaşlık gereği dertler paylaşılır ama dert paylaşımından arkadaşlık olmaz. Sürekli birilerini tedavi etmeye çalışarak da ilişkiler yürümez.






Ne hissediyosanız osunuzdur. İş yerinde biliyormuş gibi görünürseniz herkes size güvenir, başarılı olursunuz, bildiğinizi de bilmiyormuş gibi yaparsanız çuvallarsınız. Bazı insanların işitsel yönden algılamaları çok gelişmiştir ve söylenen herşeyden etkilenirler. Böyle insanların bir gününü mahfetmek o kadar kolaydır ki, o kişi her ne kadar kendini çok iyi hissederse hissetsin, herhangi birisinin o kişi ile ilgili herhangi bir şeyi beğenmemesi, o kişinin gününü hatta hayatını bile mahfedebilir. "Sen bunu yanlış yaptın" cümlesi de uzun bir süre kendine olan güvenini ve inancını yitirmesine sebep olabilir. Y da bu sana yakışmamıs cümlesi de benzer etkiler yaratabilir. Bazı insanlar da duydukları yerine gördüklerinden aynı şekilde etkilenebilirler. Biz kimin hangi gruba girdiğini bilemeyiz ama sarfedeceğimiz bir kelime insanların hayatında çok iz bırakabilir. Bu yüzden her zaman her düşünceyi söylemek çok da akkılıca olmayabilir. Bazen kendimize saklamak daha mantıklıdır düşünceleri.




Bilmiyorum paylaşmak istedim bunları, bazen de içinizin pozitifliği ve iyiliği sizde kalıyor, paylaşamıyorsunuz anlamıyor insanlar, aslında ne var bu kadar karmakarışık yapıcak, çok düz çok kolay..Pozitif her zaman negatifi öldürür buna inanırsak belki negatiflikler bezdiremez bizi.




daima pozitif ve sevgiyle...








6 Ekim 2009 Salı

Amerikada Sevdiklerim, NEWYORK izlenimleri...





















Şimdiye kadar Amerika ile ilgili yazılarımda genellikle, burada olmayanlardan, ülkemi özlediğimden yani özetle hep Amerikada sevmediklerimden bahsettim sanırım..






Bu sefer burada olan "artılardan", ve bizim ülkemizde de olsa, ülkemizin ne kadar harika olacağından bahsetmek istiyorum.


Türkiyede kitapçı deyince aklımıza ilk neresi gelir? İstiklal caddesi kitapçıları, D&R..başka? Çok da gelmiyor değil mi? Remzi kitap evi, galeriyada bir tane vardı adını hatırlamıyorum şuanda..

Amerikaya ilk kez turist olarak geldiğim 2004 yılında, Burak'ın yaşadığı küçük üniversite şehrinde gittiğim ve bende iz birakan yerlerden biri "Books A Million" idi. İçerisinde gerçekten milyonlarca kitap, dergi olan bu yere girdiğimde ilk sorum bu kadar çok dergiden nasıl seçip birini alacağım oldu ve cevap olarak ise burada istediğin kadar kitap, dergi okuyup; almak zorunda olmadığım olunca ikinci sorum "peki bu kadar insan bu dergilerden sayfa koparmıyor mu ya da kitapları okuyup bırakınca çizip, sayfalarını buruşturmuyorlar mı" oldu. Sonra Amerikanın güneyinden başlayan maceram, bu zamana kadar, kuzeyine, doğusuna kadar ilerleyince,bulunduğum en fakirinden en lüksüne bütün eyaletlerde ve şehirlerde bu kitapçıların benzerlerinin olduğunu ve Amerikalıların bu yerlere okumak, öğrenmek, kahvelerini içmek, çocuklarına öğretmek, ders çalışmak için geldiklerine şahit oldum.

Amerikada kitapçıların içlerinde starbucks, seattle's best gibi kafeler var, tek başına oturan ve okuyan insanları sık sık görüyorsunuz. Bir kaç hafta önce Philadelphiya'da dolanıp, yorulup kitapçılardan birine kahve içmek için girdiğimizde, kahvemizi alıp masalardan birine geçtik, etrafımıza baktığımzda masasının üzerinde kitap-dergi-gazete-laptop olmayan 2 kişi idik. Sonra bu kafeyi Türkiyede hayal ettik, Türkiyede kaç kişi Starbucks ve benzeri yerlere kitap okumak için gider? Asla yargılamıyorum, benim de bir Türk vatandaşı olarak İstanbulda yaşadığım süre boyunca Starbuckslara kitap okumaya gitmek aklıma gelmedi.:)

Biz millet olarak sohbet ve eğlence insanlarıyız. Ve ben kesinlikle bu modumuzu Amerikalıların sadece çalışmaya ve okumaya endeksli modlarına tercih ediyorum. Biz "genellikle" bu gibi kafelere arkadaşlarımızla buluşmaya gideriz.

Burada insanlar daha da ileri giderek yolda yürürken kitap okuyorlar. Aman Tanrım! Önünüze baksanızaaaa!! Bu şaka değil birkaç kez şahit oldum, resim çekmem gerekiyordu sanırım.

Ben Bilgi Üniversitesinde okudum ve okulun kütüphanesi o kadar eğlenceli bir yerdi ki, kimse sessiz olmaz, herkes ödevine bir hafta kala kütüphaneye gelir, sohbet, muhabbet ve uğultu eşliğinde araştırmamızı yapmaya çalışırdık.

Buradaki okulum kütüphanesinde ise yazı yazdığım zaman kalemimden çıkan ses, arkamda oturanları rahatsız eder mi diye endişe ediyorum. Hayatımda bulunduğum en sessiz yer diyebilirim.

Buradaki "homeless" yani evsizler bile kitapçılara ya da kütüphanelere girdiklerinde sessiz duruyor, kitaplarına bakıp çıkıyorlar.
Bir de insanların birbirlerine yol verme, kuyruk bekleme adaplarını gerçekten çok seviyorum. Bir süper marketteki kasiyer çok yavaş da olsa kimse sesini çıkarıp "başka bir kasa daha neden açmıyorsunuz" diye bağırmayıp, sırasını sakince ve güleryüzle beklemeye devam ediyor. Sanırım Amerikalılar doğuştan sabırlı.

Geçen hafta sonu Newyorka gittik, gezdik, tozduk güzeldi ama ben NY hayranı biri hiçbir zaman olmadım. Binalar ile beraber, insanlar da üstüne üstüne geliyor, etraf çöp dolu ve hiç bitmeyen yol yapım onarımları..Etrafımızı itina ile gözlemledik ve vardığımız sonuç şudur ki, NY ta yaşayan amerikalılar azınlık olmak üzere. Çin mahallesi, "little Italy"i tamamen kaplamış ve little İtaly 2-3 bloktan ibaret kalmış, Çin mahallesi bir nevi aksaray, seyyar satıcıları, vs..Amerikanın o sokaktaki en büyük bankalarının isimleri bile Çince yazıyor. Ingilizce bir kelime duymanıza imkan yok, yoldan geçen her 5 kişiden biri ya Türk, ya Asyalı, ya ispanyol....Kosmopolit tamam ama özü nerde bu memleketin?

Yine eleştirilere başladım sanırım, tamam sevdiklerimden bahsedecektim..
Buradaki hukuk sistemi inanılmaz gelişmiş, Türkiyedeki adliyelerin tozunu yutmuş ben burada duyduklarımla hayretten hayrete düşüyorum. Birine dava açıp, tebligat gönderip, duruşma gününüzün gelmesi yaklaşık bir hafta içinde oluyor. Türkiyede bu sureci düşünmek bile istemiyorum!

Otobanda uzun yol gidecekseniz, benim gibi alakasız saatlerde ve aniden acıkıyorsanız yollar gerçekten güvenli çünkü hemen hemen her "exit" de yani otobanın her çıkışında mcdonalds-burger king vs.. buluyorsunuz, yani yanınıza yolluk yapıp aç kalma korkusu ile çıkmanıza gerek yok:)
Kural, sistem, düzen, medeniyet..Bunların olduğu yerde refah olmaması çok güç, Türkiyemize de en azından bazı alanlarda sistem getirebilirsek belki, bu kadar çok beyin göçünü engellemiş oluruz diye düşünüyorum.

Amerika gerçekten sistem ve kurallar ülkesi, her olayın bir kuralı, her kuralın bir yaptırımı, her yaptırımın bir işlerliği var. Çok uzun süre burada yaşamış, burada okuyup, iş tecrübesi edinenler gerçek anlamda "profesyonelliği" öğreniyorlar ve sanırım ülkemize adapte olmak iyice güçleşiyor.

Amerika daha önceki yazımlarımda da bahsettiğim gibi insanın hayatında bir süre deneyim almak ve kendini geliştirmek açısından, geçici bir süre yaşanması gereken bir yer. İş duygusallığa ve özlemlere geldi mi bütün bu artılar yerini eksiye bırakıyor benim için..Sanırım ben hiçbir zaman tam anlamı ile realist bir yapıya sahip olamayacağım. Belki de insan hayatında hep bugüne kadar yaşadığı deneyimler sonucunda bazı önceliklere sahip oluyor ve sevdiklerinden uzak olmak bana, Amerika ne kadar gelişmiş, ne kadar profesyonel, ne kadar sistemli ve düzenli olursa olsun, katlanılmaması gereken bir hadise olarak geliyor.

Yazımı bitirmeden yolu NY a düşenler için bazı öneriler:

Gerçi tatile NY a gelmişseniz Türk yemeklerini henüz özlememişsiniz demektir ama yinede 3. avenue'de 27 ve 28 arasındaki Turkish Kitchen bize biraz da olsa "emmim han sofrası" tadını veriyor, mezeleri, çoban salatası, fındık lahmacunu ve döneri harika. Soho yakınlarında east houston caddesi üzerindeki "Bereket döner" daha da güzeldi. NY a tepeden bakmak ve bakarken 360 derece dönmek ve bütün NY u ayaklarınızın altında hissetmek isterseniz Times Square'deki Marriot otelin 48. katındaki "The View" mutlaka görülmesi gereken bir yer. Gerçekten siz otururken bina 360 derece dönuyor, çok keyifli. Akşam biraz dansetmek istiyorsanız içeride 3 ayrı konsept DJ in çaldığı oldukça populer "Marquee" ye uğrayabilirsiniz, mekan Chelsea'de, nezih ve güzel bir yer.

Amerikaya yolunuz düşecekse mutlaka ama mutlaka bana yazın, fikir verip deneyimlerimi paylaşmak isterim...

Dünyanın her neresinde olursak olalım, sevgiden uzak olmayalım

sevgiyle....















Şeftalili Kek


Arkadşlar internetten bulduğum bir tarifi biraz değiştirip kendime göre denedim ve cok leziz oldu. Tavsiye ederim:)


Malzemeler:

2 adet şeftali

2,5 su bardağı un

Yarım su bardağı sıvı yağ

2 adet yumurta

2 kaşık tarçın

1 paket kabartma tozu

3 çorba kaşığı süt

2 (kapak ölçüsü) keçiboynuzu pekmezi



Yapılışı:

Şeftalileri soyup püre haline getirdikten sonra bir tavaya alıp suyunu çekene kadar pişirin, altını kapatıp üzerine süt ile pekmezi ekleyin

Bir kapta unu, tarçını, kabartma tozunu karıştırın

Başka bir kapta, ilk önce şeker ile yağı 1.5 dakika kadar çırptıktan sonra yumurtaları teker teker ekleyip çırpmaya devam edin.

Bu karışımın üzerine, unlu ve şeftalili karışımları döküp iyice karıştırdıktan sonra, yağladığınız kek kalıbına dökün.

Buarada eğer kaba döktüğünüzde hamur çok katı halde ise biraz daha süt ekleyebilirsiniz.

Çok lezzetli oldu.!!

Buarada ben kepek unu kullandım ve gerçekten enfes oldu!


Afiyet olsun


sevgiyle...

30 Eylül 2009 Çarşamba

KOKULAR VE İZLENİMLER..






Hiç bazı kokuların sizi bazı anlara götürdüğü oluyor mu? Mesela bir parfum kokusu duyduğunuzda sizi, seneler öncesine götürdüğü, ya da çok sevdiğiniz bir anı tekrar yaşattığı..






Bana Amerika da bu sık sık oluyor. Belli kokular benim için Amerika demek, aslında bunu uzun zamandır farkediyordum ama dün emin oldum






Amerikada Türkiyede olmayan belli başlı bazı mağzalar var. Aslında eminim yakında onlar da gelecektir hatta belki de gelmiştir de haberim yoktur. Mesela Abercrombie mağzaları burada, mağzanın yakınına gelmeden hissedilir çünkü mağzanın içine öyşe bir parfüm sıkarlar ki siz bu kokuyu mağzaya gelmeden bir blok öteden duyarsınız. Hatta herhangi aldığınız ürünün üzerine o parfüm kokusu sinmiştir, bir süre abercrombie kokusuyla gezmek zorunda kalırsınız.






Aynı durum Victoria Secret mağzaları için de geçerli, parfümlerinin, body mistlerinin kokusu taaa ileriden burnunuza gelir. Bu tıpkı Türkiye deki body shop mağzalarını andırır, ama dedim ya bu bahsettiğim 2 mağza da Türkiyede olmadığından bu kokular tamamen buraya has benim için.







Bir de yine Abercrombie'nin alt mağzası olan Hollister da aynı etkiyi yaratır. Oranın parfümü ile beraber içerisinde yüksek volümle çalan rock müzik de ayrıca tamamen Amerikaya ait bir yerde olduğunuzu hissettirir.





Food Court'a doğru yürüdüğünüzde adı Cinnabon olan, daha önce hiç yemediğim, Amerikalıların genelde önünde kuyruk olduğu, ve hatta elleriyle yediği tarçınlı tatlının kokusu, hemen hemen bütün yemeklerin kokularını bastırır ve yine ülkenizden çok uzakta olduğunuzu hissettirir size. Ama kötü anlamda değil yani aslında değişik bir yerde olduğunuzu, başla bir lisan ve başka başka kültürlerle içiçe olduğunuzu hatırlatır anlamında...






Geçen gün mall'da yeni açılan Sephora da gezerken, Jean Paul Gaultier'nin klasik kokusunu koluma sıktım. Bu koku beni burdan aldı ve ortaokul 3 e götürdü, Çünkü 16 yaş doğumgünümde bu kokuyu sıkmıştım ve adeta o ana geri döndüm. Sanırım bu his herkese oluyor, yani bazı kokular insanın aklına o kadar kazınıyor ki, tekrar o kokuyu duyduğunuzda o ana geri dönüyorsunuz.






Mesela derler ya havalar ısınmaya başladığı zaman, yaz kokusu geldi diye, işte bu ne kadar mutlu eder insanı, yazın o huzuru, sıcağı hissedilmeye başlanır, ya da bahar kokusu denir, üşüsek de güneşi görürürz artık..





Bu bir nevi "deja vu", deja vu fransızcadan geliyor, deja "bile"; vu "görülmüş" anlamında, yani daha önce yaşanmış bir anı yeniden yaşamış gibi hissetmek. Bu hayatımızın herhangi bir anında aniden olabiliyor, aslında bana göre bu hala tam çözülmüş bir hadise değil, yani biz bu anları daha önce gerçekten yaşıyor muyuz yoksa sadece rüyamızda bir süre sonra yaşayacağımız anları mı görüyoruz. Kafamda bir dolu bu çeşit soru olmasına rağmen çok da irdelemek istemiyorum, yani ne yaşanacaksa oluruna bırakıp görmek, bazı olayların sebeplerini araştırmaktan daha akıllıca geliyor bana. İşte duyduğum kokuların beni başka diyarlara götürmesi de bir nevi "deja vu" benim yorumumla.





Bu ara en çok vakit geçirdiğim okulumun kapısından girince hemen sol taraftaki fotokopi odası ile sağ taraftaki küçük kafeden gelen, birbirne karışan kağıt ve kahve kokusu sanırım bana birkaç yıl sonra bu zamanları hatırlatacak. Hatta şimdiden bu kokuyu her gün de duysam 2 yıl önce ilk geldiğimde buradaki birşeyler yapma hevesimi ve çabalarımı hatırlatıyor. Bir de buarada kağıt ve kahve çok fazla derecede ders çalışmam gerektiğini de hatırlatıyor:)






Geçen sene yani 2008 ekim ayı sonu ablam-eşi ve yeğenim buraya bizleri ziyarete geldiklerinde kullandığım parfümün eşantiyonlarını buldum çekmecemde, ben parfümümü sürerken yeğenim sofya da yanımda beni seyreder ona da sıkmamı ister, bugünlerde sık sık o ana geri dönüyorum parfümü kokladıkça..Halloween hazırlıklarının, süslemelerinin ve kostümlerinin bütün mağzalarda sergilendiği yılın bu dönemi o parfüm kokusu ile beni geçen seneye götürüyor adeta.
Aslında ben eski şeyleri hatırlamayı, eski anılardan sık sık bahsetmeyi pek sevmem, hatta eski tarihli gazete ve dergi bile okuyamam ama bu durum biraz farklı, sanırım insan kendisini iyi hissettiği anları hatırlamayı ve kafasında canlandırmayı seviyor, bunu hatırlatan bir koku da olabilir bir olay da...





Kendi evime sık sık oda parfümleri, kokulu mumlar, tütsüler alıyorum, bana bu güzel kokular hem huzur veriyor hemde bize gelenlerin, bu kokuları başka yerlerde duydukları zaman, yüzlerinde bir tebessüm olmasını "bu koku çok tanıdık geldi" demelerini istiyorum sanırım:) Ayrıca bu güzel kokuların pozitif enerji yarattığına da inanıyorum..

Buarada tabii ki bazı kokular size sevmediğiniz kişileri ya da olayları da anımsatabilir mesela sevmediğiniz birinin kullandığı parfümü koklamak istemezsiniz çünkü size o kişinin sizde yarattığı negatifliği hatırlatır. Biz farketmesek de sanırım "kokuların" hayatımızda çok önemli yeri var. Gerçi belki sadece ben bu kadar etkileniyorumdur, şimdiye kadar pek fikir aldığım bir konu olmamakla beraber, belki de kimse bu etkinin tam anlamıyla farkında değildir diye düşünüyorum.

Ben burada kafamda yeni ""Amerika kokuları" yaratmaya devam edeceğim. Tamamen buraya has olan başka özellikler keşfedip paylaşmaya devam edeceğim.

Her zaman bahar çiçeklerini hatırlatan kokular koklamanız dileğiyle.

sevgiyle...















23 Eylül 2009 Çarşamba

GÖKKUŞAĞI



















Hayatınızda gerçekten gökkuşağını kaç kez görme şansı elde ettiniz? Ama gerçek anlamda kocaman gökkuşağı!! Ben hayatımda iz bırakan en güzel gökkuşağını Sarıgermede görmüştüm seneler önce..


Sene 2002 sanırım, burakın amerikaya ayak bastığı yaz..Ben bütün derslerimi geçmişim ailemle yazlıktayım, orada güzel bir grubum var, kuzenim var, bol bol yeme -içme, çay sohbetleri, harika bir doğa-deniz, havuz, akşamları ise ; yine bol sohbet, veranda da yenen leziz akşam yemekleri, güzel müzik, aile sohbetleri, ardından arkadaşlarla buluşup birinin evinde toplanma, bazen sarıgermenin harika!! diskosuna gitme, birçok zaman da okey-tavla vs. gibi oyunlar oynama...Yani kelimenin tam anlamı ile kafa boşaltma-şehirden uzaklaşma-aileyle bol bol vakit geçirme...



Bu yazların başlangıcı 2000 senesi..Aslında daha önce sanırım 1996 gibi ilk kez buraya adım atıldı ama nefret edildi, bodruma ihanet edilemez dendi..2000 yılında korkunç derecede sıkılındı ve yaklasıK 3 kez bodruma gidildi. 2001 yılında Aslıhanın da gelmesiyle orası o kadar da kötü gelmemeye başladı. Ne de olsa babamın bu kadar aşık olduğu yerde mutlaka ama mutlaka güzel birşeyler olmalı idi.


Sonra yavaş yavaş arkadaşlar edinildi. Oradaki kükürtlü suların şifası, taptaze domates ve salatalığın lezzeti, akşam çaylarının keyfi keşfedilmeye başlandı. Ayrıca çok can sıkıntısı olursa güzel Türkiyemin bir sürü şahane mekanlarının Sarıgermeye ne yakın olduğu da keşfedilince Sarıgerme babamın deyimiyle "SAKINGELME" olmaktan çıktı, adeta gitmek için can atılan bir yer olmaya başladı. Dalyana gidip kral mezarlarını görüp, deniz kenarında mısır-dondurma yemek, iztuzuna gidip carettaları görmek, yuvarlakçaya gidip dondurucu suda yüzmek, Göcekde mavi tur yapmak, Fethiye, Marmaris, Bodrum'a kafa estikçe gitmek Sarıgermeyi daha da sevdirdi bize, en güzeli de ailece hepberaber olabilmekti.


2002 yazı, yine arada bodruma gitmeler ile haziran ayından eylül ayı ortasına kadar Sarıgerme'de geçti. Babamı orada o kada mutlu görmek sanırım beni oraya iyice bağlıyordu. Eylül ayının ortasında orada iklim en olağan üstü ve keyifli halini alır. Gündüz deniz-havuz keyfi, akşam ise hafif bir serinlık, hırkaların, şalların çıkarılıp giyinildiği zamandır. Günlerden bir gün, dağların arkasından bulutlar kendini gösterdi ve bir anda yağmur yağmaya başladı.



Babam "Akdeniz Villalarının" kafeteryasında briç oynuyordu, ben de bir arkadasımın evinin verandasında arkadaşlarla okey oynuyordum. Yağmur öylesine hızlı yağmaya başladı ki havuzbaşında güneşlenen herkesin evlerine koşması ve bizim okeyi biranda bırakıp yağmuru kaçırmamak için havuza koşup atlamamız ile babamımda briçi bırakıp bu anı bizimle paylaşmak için havuz başına gelmesi, herkesin yağmurdan kaçarken bizim yağmura doğru koşmamız hala dün gibi aklımda..nedense aklımdan hiç çıkmıyor. Üzerinden 7 sene geçmesine rağmen o an hala gözümün önünde ve o kadar canlı ki!!!



O yağmurun dinip arkasından çıkan o gökkuşağı ve babamla o gökkuşağını seyretmemiz miydi beni bu kadar etkileyen ve o anı unutulmaz yapan...




Acaba babam bana gelecekten mi bahsediyordu? Hani bir şarkı var "Somewhere over the Rainbow", Meet Joe Black seyredenler bilirler, oradaki baba-kız ilşkisi ve babanın kızına vedası..


Geçenlerde Meet Joe Black i ikinci kez seyrettim, ilk seyredişim 2003 yılı idi, bu seferki çok etkiledi beni ..Yaşam, tesadüfler, sevmek, kader, özlem, güven..Bu kavramların hepsi başka başka anlamlar kazandı kafamda. Somewhere over the rainbow şarkısını başka türlü dinledim..Ve flimi seyrederken de Sarıgermedeki o yağmurlu yaz günü kafamda tekrar tekrar canlandırdım.


Şimdi gökkuşaklarına çok daha farklı bakıyorum, bana başka bir dünyanın bu taraftan görünen kısmı gibi geliyor. Şarkının da dediği gibi sevdiklerimiz de bize gökkuşağından bir yerden bakıyor adeta..


O yazın ardından Sarıgermede 2 tane daha cok güzel yaz geçti. Üçüncüsü aynı olmadı, olamaz bundan sonra..Aklımıza, kalbimize kazındı o günler..her karesi, her anı gülümseyerek, tebessümle hatırlanan, yazılacak olsa sayfalar tutacak yaz anıları..


Insanın hayatta nerede yaşadığından cok kimlerle yaşadığı önemli sanırım.. Orayı o kadar özel ve güzel yapan neydi? Taşı, toprağı, doğası mı? Bir yere kadar..Yaşanan her an yanımıza kar kalıyor sanırım...O anı yaşarken farketmiyor insan güzelliğini..ne var canım işte diyorsun ama sonra bir daha asla yaşanamayacağini anlıyorsun ama bunu anlaman da başka deneyimler edinmen sonucunda gerçekleşiyor..Ondan sonra yaaşdığın her mutlu anı daha bir sindirerek yaşamaya çalışıyorsun, hiç bitmesin istiyorsun..ya bunu da bir daha yaşayamazsam korkusu sarıyor aklını..ama atmalısın kafandan bunları ..sevmeli ve doya doya sevdiklerinle vakit geçirmelisin...


Hiç keşkeye yer bırakmamlısın, aklına geleni yapmalısın, birine onu sevdiğini söylemek istiyorsan söylemelisin..Boşver yarın onun gönlünü alırım dememelisin mutlaka gönül almalısın, ya da boşver yarın ona bir daha sarılırım ya da yarın onunla yemek yerim dememelisin o anda aklında ise yapmalısın bunları...Ben mesela birini ya da birşeyi çok beğenmişsem hemen gidip söyler hem karşımdakini mutlu ederim hem de aklıma geleni yapmış olurum:) Yolda yürürken birilerine gidip ayakkabılarının ne kadar güzel olduğunu, nereden aldığını söylerim. Sanırım bu konudaki rahatlığımdan olsa gerek bana da birçok kez sorulmuştur bunlar ama özellikle Amerikada. İstanbul da insanlar kendilerini biraz daha kısıtlıyor bu konularda...


Yani dıyeceğim odur ki, sevdiğiniz şeylere sevgi göstermeyi ertelemeyin.. Bu bir insan da olabilir, bir obje de..Seviyorsanız o anda sevdiğinizi gösterin..Zaman ertelenemeyecak kadar kısa..bu gerçek..Herkes bunu söyler ama lafta kalır.. Gerçekten çok kısa...


Gökkuşakları bana hayatın renklerini, sevdiklerimin, göremesemde, güvende olduklarını, hayatın yaşamaya değer olduğunu, ve bütün hırsları-egoları-fesatlıkları bir kenara bırakıp
hayat enerjimizi iyiliğe ve sevmeye yormamız gerektiğini hatırlatıyor.



Buarada yolunuz Sarıgermeye düşerse, muhteşem sahilinde yüzdükten sonra inanılmaz lezzettli yemekleri ve doğasıyla Ortaca daki Toprak Ana restorana uğramadan sakın gitmeyin. Giderseniz de babamın selamını iletmeyi sakkkıınnnn unutmayın!! Zamanını bilmiyorum henüz ama Sarıgermede bir okul ya da bir koyun adını "Av. Bülent Gürpınar" olarak gördüğünüzde de bizi ve bu yazıyı hatırlayıp oranın ve gökkuşaklarının tadını çıkarın...



sevgiyle....










18 Eylül 2009 Cuma

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN..


Küçüklüğümden beri bayramları hep çok sevdim, birçok insana bayram tebrikleri angarya gelirken ben içten içe büyük heyecan duyar ve ilk gün gideceğimiz ziyaretler kalan günlerde de bize gelecek olanların heyecanını yaşardım.. Ya da bayram gelince tatillere giderdik, herzaman içimde bir huzur olurdu..

Uzun zamandır haber alamadığın dostlardan gelen mesajlar, telefonlar, kapıyı çalacak olan çocuklara bir gün önceden alınıp, kapı önüne hazırlanan şekerler, ikram edileceklerin hazırlanması, kahvenin yanında içilecek likörler...güzel müzik, gelenler ve sohbet..Bayramlar benim için bunlardan ibaretti.

Daha sonraları yaş ilerledikçe durum değişmeye başladı, önce ailenin ziyaret edilen yaşlıları artık bu dünyadan göç etmeye başlayınca, ailenin en büyüğü babam olduğundan bu ziyaretler artık tamamen bizim evimizde gerçekleşmeye başladı. 2005 yılından sonra bu durum da değişince 4 senedir farkettim ki her bayram öncesinde burukluk, gözyaşı ve özlem duyguları ağır basıyor kabul etmek istemesem de...

Yaşadığım yerden bayramın hangi güne geldiğini bile anca takip edebiliyoruz yani buralarda daha ziyade "cadılar bayramı-christmas-paskalya" gibi günlerin heyecanı yaşandığı için, biz bayramlarımızı sadece burdaki dostlarımıza anlatarak yaşatmaya çalışıyoruz..

İstanbulda da olsak sanırım az da olsa hep bir hüzün verecek artık bu günler..belki de özlemleri daha da çok hissediyoruz böyle mutlu günlerde..

istanbulda yaşarken angarya gelir insanlara bazen, bayram; işe gidilmeyen evde vakıt geçirilecek, kafa dinlenecek birkaç gün olarak algılanır, kaçıp gidelim uzaklara denir..Uzaklar hep aynı yerde ama bayramlar her geçen sene biraz daha mı farklılasıyor?..İyisi mi imkanı olanlar aileleriyle içiçe geçirsinler bayramı!! Büyüklerin gönülleri alınsıni küçükler çikolata-şeker ile sevindirilsin!!

Biz çok küçükken Tahsin dedem( annemin babası) ablamla bana ülkerin çikolataları ile mendil getirirdi. O kadar sevinirdik ki!!

Bizden uzakta olan bütün büyüklerimizin ellerini öpüp bayramlarını kutluyoruz..miniklerimize de paket paket şeker gönderiyoruz!!

Hergünümüzün mutlu-özlemsiz-huzur dolu-ailemiz-ve dostlarımızla bayram gibi geçmesi dileyiğle..


uzaklardan sevgiyle.....

16 Eylül 2009 Çarşamba

ELMALI MUFFIN



Çok lezzetli oldu tavsiye ederim!!


Malzemeler:


1 su bardağı kepek unu


1 su bardağı buğday unu


1 paket kabartma tozu


2 yumurta


1 çay kaşıgının ucu kadar tuz


1 tatlı kaşığı margarin


1 kapak ölçüsü sıvı yağ(sıvıyağın kapağı kadar)


1 bardak yoğurt


1 orta boy elma


1 bardak veya daha az şeker


1 çay kaşığı tarçın




Benim elimdeki malzemeler bunlardı, ayrıca havuç ve ceviz-fındık gibi malzemeler eklenebiliyor.




Yapılışı:


Unları-tuzu-kabartma tozunu-şekeri-tarçını-tuzu bir kapta karıştırıp harmanlayın, diğer bir kaba yumurta-yağ ve yogurtu karıştırıp daha sonra üzerine rendelediğiniz veya makineden geçirdiğiniz elmayı da döküp karıştırın. Daha sonra bu karışımı unlu karışımın üzerine döküp harmanladıktan sonra, muffin kağıtlarına tam dolmayacak şekilde boşaltıp fırına verin.


350 F sanırım 200 C fırın ısısı için.


20 dakka-yarım saat arasında pişiyor , çok lezettli ve hafif oluyor.


Bu tarife göre 14 adet çıktı benimkinden.


Afiyet olsun




Sevgiyle...


14 Eylül 2009 Pazartesi

legally blonde!!


Ben aslında cok fazla flim-tv seyretmeyi sevmem, yakınlarım bilirler..herzaman açılan tv yerine çay sohbetlerini, konuşmayı tercih ederim. Burada da tv. seyretmiyoruz bence %100 iletişimi öldürüyor ve insanı kendisine hapsediyor. Sık sık dvd seyrediyoruz ki bu saçma tv programlarından daha eğlenceli bana göre.. İstanbul da iken surekli yaşanan bir diyalog "Nazlı hadi hazırlan sinemaya gidiyoruz!! AA neden siz en iyisi bana gelin çay içer sohbet ederiz"...bu senelerce böyle devam etti:))



Burada az çok dvd seyretmeye alıştım, genelde flimler mutlu son ise, ölüm-hastalık vs... yok ise seyredebiliyorum.. Cuma akşamı "legally blonde" u seyrettik, aslında oldukça eski bir flim ama dedim ya ben biraz geriden takip edebiliyorum :))



Insan sanırım seyrettiği flimlerde kendinden birşeyler bulduğu zaman o flimi daha çok sevip keyifle seyrediyor.




Flimi hemen hemen herkes biliyordur ama özetle "aslında sırf sevdiği adamın kendisini ciddiye almasını sağlamak için hukuk fakultesine girip, daha sonradan aslında ne kadar başarılı olacağını görüp devam eden, bu sırada da çok başka bir ortama ait olduğundan kendisini bu yepyeni ortama kabul ettirme çabaları sarfeden 25 yaslarinda bir kizin hikayesi"...Gerçekten flim çok eğlenceli idi .



Kendimde buldugum kisim bu degildi tabii ki:) En cok hosuma giden, sartlar-zaman-mekan ne olursa olsun insanin kendi tarzindan ve dogalligindan odun vermeden, heryerde ve her zaman kendisi olarak varolmasi gerektiginin flimde cok guzel bir sekilde vurgulanmis olmasi idi...Bu bence gunumuzde bir sorun ve cevremizde o kadar dogalliktan uzak, kisisine ve yerine gore davranan insanlar var ki..Sanirim hayatimda en cok katlanamadigim hadise dogalliktan uzak olmak. Aslinda dogallik altyapisinda bircok alt baslik bulunabilir; kendine guven, gosteristen uzak olma, ne istedigini bilme gibi.



Boyle insanlar bir sure sonra birbirlerini buluyor, yani dogal insanlar..Hayatla pek bir kavgalari olmuyor ne isteyip ne istemediklerini biliyorlar..Sadece kendi savaslarini kazanmaya, kendilerini yenmeye calisiyorlar, baska kimsenin basarisi ya da zenginligi onlari ilgilendirmiyor. Ya oldugun gibi gorun ya da gorundugun gibi ol, bence bu inanilmaz guzel bir hayat felsefesi.



Neden bu kadar okullara gidiyoruz, egitim aliyoruz? Hayatta basarili olabilmek, bir yerlere gelebilmek icin. En buyuk basari iyi ve sevilen insan olabilmek bana gore, zaten bu iki asama halledilmisse gerisi de gelecektir mutlaka. Is anlaminda tuttugunu koparan, elinden her is gelen ama bununla beraber asosyal ve sevilmeyen biri olmayi kimse istemez sanirim.



Flimde Harward Law gibi ciddiyetin hukum surdugu ilim ve irfan yuvasinda, kendi civil civil karakteriyle , tarzindan odun vermeden, tabiri caizse "suruye kapilmadan" basarili olmanin oykusu vardi. Tamam bu kadar edebi veya sanatsal bir yapit olmadigini bende biliyorum fakat bence flimdeki vurgulamalar hayat uzerine idi, bana umut veren ve mutlu eden..



Insan tamamen kendi oldugu zaman arkadaslari da onu buluyor sanirim, birileri olmaya calisirsaniz o birilerinin arkadaslari sizin arkadasinizmis gibi yapiyor ama siz gercekten kendiniz oldugunzda anliyorsunuz kim gercek kim sahte!!



Bende okula basladigimda buraya ait olmadigimi dusunuyordum hatta hala amerikaya ait olmadigimizi dusunuyorum ama yine de yasadigin yerlerden birseyler ogrenmek hayatta sana deneyim-tecrube olmasi icin, kendinden cok da odun vermeden uyum saglamalisin ki biz bunu yapiyoruz. Buarada bunca kendi halin ve tavrinla basarili olabilmek icin kendine inanmak gerekiyor. Flimde de karakterimiz okulundan mezun olurken ilk basta kendisine kimsenin inanmamasina ragmen, kendisinin inanarak basardigini vurguluyor. Bu da benim icin baska bir ders, aslinda hep duyup bildigimiz ama uygulamaya gelince yapamadigimiz gercekler mi bunlar?Ise ilk olarak kendimize inanmak ile baslayabiliriz. Bir insan hayatta ve saglikli ise bence kafasina koydugu her isi yapabilir. Ilk adim karar vermek, ikinci adim hedeflemek, ucuncu adim istemek, ve son olarak baslamak. Iste yolu yariladik bile.


Bu asamalardan gecerken de, her alanda olabilir mesela meslek-egitim-annelik-babalik-okuma- yazma vs.., dogallik-canayakinlik-sevgi ve de guleryuzu hic eksik etmemek gerek.


Hayat tabiiki flim degil ve gercekler tabii ki her zaman mutlu son degil. Ama bazen bazi zamanlarda, bazi adimlar insanlarin kendi elinde ve eger yukaridaki tarife gore uygulanirlarsa olumlu ve istenilen sonuca gitmesi cok olasi.


Eger olmazsa yine inanmaliyiz ki bu asamalar bizi nerede olmamiz gerekiyorsa oraya getirdi...






P.S. : Olasiliklar, hayat ve atilan adimlarla ilgili bir cirpida okudugum Adam Fever'in "Olasiliksiz'


adli kitabini herkese tavsiye ediyorum.



daima sevgiyle...














13 Eylül 2009 Pazar

Annemin Peynirli Suflesi (Benim Kırpık Böreğim)


Malzemeler: 1 yufka


2 bardak süt( yogurtta olabilir)


2 yumurta


istenildiği kadar peynir -beyaz peynir -mozarella - kaşar (hepsi olabilir)


yarım çay bardağı ayçiçek yağı




Süt ile yumurtayı bir kapta karıştırın, üzerine yağı ekleyin, beyaz peyniri karışımın üzerine döküp karıştırın


Ben genelde evde ne peynir varsa koyuyorum en son yaptığımda swiss peynir- beyaz peynir- kaşar vardı hepsinden koydum.

Bu arada yufkayı elınızle küçük küçük kopararak karışıma atın. Hepsini iyice karıştırdıktan sonra payrekse döküp fırına verin. 40 dakikada hazır.


Çok güzel ve pratik bir börek çeşidi.


Afiyet olsun!!!



P.S. Ben payreksi yağlamıyorum ama bazen yapışabılıyor çok olmasa da!



sevgiyle..


2 Eylül 2009 Çarşamba

macera dolu amerika!!!


İnsan bir yerde yaşarken aslında dünyanın ne kadar büyük olduğunu farkedemiyor. Biz nefes alıp verirken hiç bilmediğimiz başka yerlerde, başka insanlar, başka zaman dilimlerinde, başka başka hayatlar yaşıyorlar. Bir yerde gece iken başka bir yerde gündüz, bir yerlerde kış iken başka yerlerde yaz yaşanıyor. Çok derin düşünüp, akılda canlandırmaya çalıştığımızda son derecede garip geliyor. Aslında 2 sene önce yani buraya gelmeden biri bana bu cümleleri söylese "evet hakkaten ne garip" der geçer giderdim. Ama kendi hayatınızdan kopup hiç bilmediğiniz bambaşka bir yere gelince o garipliğin içine düşmüş oluyorsunuz adeta.




Bir işe başlamak zordur, başlamak başarmanın yarısıdır. Mesela hukuk fakultesine girmek avukat olmanın ilk adımı ve artık oraya kapak atmışsınızdır, herkes size avukat gözüyle bakar. Y a da bir yemek yapmak için ilk önce malzemeleri çıkarmak gerekir, gerisi iplik söküğü gibi geliverir zaten. Bilmediğiniz birşeyleri öğrenmek hep zordur ama dedim ya başlamak başarmanın yarısıdır. Sırtına bohçanı alıp uzak diyarlara gitmek; gerisi iplik söküğü gibi gelir mi? Biraz zaman alır, alışmak gerekir, ama başlamışsındır artık ve başarıcaksındır.


Neyle başa çıkmak zor; özlemle.. Gerisi kolay aslında ama zaman gerek alışmak için. İstanbul da yaşayan 30 lu yaşlarda bir türk kadını profili ile amerikada yaşayanlar arasında o kadar fark var ki.. Biz genelde yirmili yaşların sonuna kadar annemizin, babamızın, kardeşlerimizin gözünün nuru şeklinde yaşarız. Evden ayrılmak için genellikle evlenmemizi beklerler. Evlenirsek eğer kendi evimize yerleşmek için yanımzda annemiz, babamız, teyzemiz, kardeşimiz , arkadaşlarımız olur, bize destek verir, yardım ederler. Genelde bu basamakların her biri birer seremoni ile olur.


Gelelim Amerikaya..Burada genellikle 18 yaşına gelmeden ya da gelince anne-baba yanından ayrılınır. Üniversite okunacaksa, ülke çok büyük olduğundan büyük ihtimalle aileden uzak bir yerde üniversiteye gidilir. İlk başta yurtta kalınıp biraz çevre edindikten sonra kafaya yatan birkaç kişi ile beraber ev tutulur. Herkes kendi hayatını yaşamaya devam eder yani sadece "roommate" olunur. Genelde fazla yakın arkadaşlık ya da duygusal bağ kurulmaz ki aradaki ortaklık anlaşması bozulmasın. Aileler arada bir ziyaret edilinir, okurken mutlaka yan işlerde çalışılır. Bu bir magzada satış elemanı, garsonluk, okulda belli işler olabilir. Biz de yani Turkiyede olduğu gibi kişiler yaptıkları işten gocunmaz ve herzaman gururla bahsederler. Okul bitince okul masrafları karşılanmak için alınan krediler iyi bir işe girerek ödenir. Bu arada evlenirler de tabii.


Evlendiklerinde veya "roommate"leri ile yaşarlarken, öyle Türkiyede olduğu gibi, temizliğe gelen kadın, ütüye gelen kadın, yemek yapan kadınları olmaz. Boya badanaya kadar her işlerini kendileri yapar, arabalarını kendileri yıkarlar..Kadınların kuaför günleri kısıtlıdır zaten randevusuz gidilemez. Yüzdeye vurduğunuzda çoğunluğu manikürünü-pedikürünü kendisi yapar. Çocuk doğduğunda da öyle yatılı bakıcılar çok görülmez. Anneler 6. ayda çalışmaya başlarlar ve çocuklarını "daycare" e bırakıp işlerine giderler. Eve gelip yemeklerini yapar daha sonra temizliklerini kendileri yaparlar...


Bu liste böyle uzar gider, İstanbuldaki yaşam lüks mü kalıyor buraya göre? Tabiiki bütün bu örnekler sosyal ekononik durumla alakalı diye düşünebilirsiniz fakat burada bununla o kadar da alakası yok. Herkes her işini kendisi yapmaya o kadar alışmış ki, sırf ütü yapmak için birini çağırmak onlara inanılmaz ve komik geliyor.


Gelin görün ki bir türk kadını için bunlara alışmak biraz zaman alıyor. İlk geldiğinizde panik oluyorsunuz "ben bu kadar işin altından kalkamam diyorsunuz. Türk aklı ve mantığıyla rehberlerden temizlik şirketleri araştırıyorsunuz "2 haftada bir çağırsam kalan günlede de ben şu kadarını yapsam" gibi planlar yapıyorsunuz. Sonra hiç tanımadığınız, dilinizi konuşamayan yabancıları evinize sokup temizletmek ve karşılığında Türkiyeye oranla bir servet verip, bunların yaptığı da temizlik değil ki, nereden bilecekler bizim usulumüzü diyerek vazgeçiyorsunuz.


İş başa düşüyor böylece. Bütün ev işleri size bakıyor.


Yemek-temizlik-dirlik-düzen...Tabiiki eşiniz yardım ediyor ama bir Türk erkeği ne kadar yardım ederse o kadar:)


Bu kadar işlerin altından kalktıktan sonra okula gidiyorsanız dersleriniz var ihmal etmemeniz gereken. Şakası yok her derse 30-40 sayfa bazen daha cok ödev oluyor ve zaman gerekiyor.


Bir de bakımlı olmanız gerek, o kadar ev işinden sonra ellerinizin manikürlü olması gerek..


İstanbulda bu kadar güncel ve basit olan konular burda konu bile değil çünkü insanlar bu işlerin baskasına yaptırılabileceğini bilmiyorlar, akıllarına bile gelmiyor.


Dedim ya alışıyorsunuz hepsine hatta pratikleşip başkalarının yaptığını beğenmez hale geliyorsunuz. Başladınız, başarıyorsunuz.. Ama özleme alışamıyorsunuz. İçinizİn titremesi geçmiyor.

Türk çayını, Türkçe sohbetleri özlüyorsunuz, tanıştıklarınıza durmadan ülkenizi anlatıyor, Türkiye'nin ne kadar özel bir yer olduğunu anlamalarını ağlamaya çalışıyorsunuz. Özlüyorsunuz kısaca, bazen tempoya dalıp gidiyor, günlerin ne kadar çabuk geçtiğini anlamıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz en sevdiklerinizle konuşacak vakit yaratamamışsınız...Derken günler geçiyor, sevdikleriniz sizi görmeye buraya geliyorlar ve siz burda onlar yokken yaptığınız ve keşke burda olsalardı dediğiniz her anı onlara yaşatmaya, sınırlı zamana sığdırmaya çalışıyorsunuz.


Burada yaşamak güzel, özlemek kötü, kavuşmak güzel, veda etmek zor, beklemek heyecanlı..Türkiyeye temelli döndüğümüzde hep aklımın bir köşesinde burası olacak, ben orada uyumaya hazırlanırken burada hayat devam edecek, daha günün ortası olacak, buradaki marketler açık olacak, komşularım aynı saatte evlerinde çıkmaya, USPS ve FEDEX arabaları buralarda gezmeye devam edecek, okuldaki hocalar ders anlatmaya, buradaki minik zenci bebekler parkda oyun oynamaya..Kimbilir o zaman da buraları mı özleyeceğim? aklımda hep canlandıracağım..


yine ve hep sevgiyle...





25 Ağustos 2009 Salı

ATEŞ VE SU




Kararlar, seçimler ve bedeller..Hayat bunlar üzerine kurulu. Aldığımız kararlar hayatımızın yönünü değiştiriyor. Bir kararı nasıl alacağımız önceden kaderimizde yazılı mı değil mi onu anlayamıyorum aslında. Mesela benim Amerikaya gelme kararını alacağım taaa önceden belli miydi yoksa ben kaderimi mi değiştirdim?





Bazı insanlar için her karar büyük bir adımdır. "Kırmızı elma mı alsam, yeşil elma mı? Ben yeşil seviyorum ama kırmızılar harika görünüyor" gibi. Bazıları ise önemsemeden alır kararları, tereddüt etmez ve hersey yerine oturuverir biranda. "Bu sefer de bunu deneyeyim ne olacak" gibi. Aslında herbir seçim bizi diğer olasılıktan mahrum bırakır, ya diğer olasılık daha iyi daha güzele götürecekse, nereden bilebiliriz ki?





Sanırım çok zor karar veren insanlar biraz daha mükemmeliyetçi oluyorlar. Hep daha iyisine ulaşma ve başarma isteği, mahrum kalınan seçeneklere olan merak; verilen kararlardan sonra bile "acaba" duygusunu yaşatıyor insana. İki tane seçenek arasında kalmak! En doğrusuna karar verebilmek için neler yapmalı, en güzel yollardan biri kağıt kalem alıp yazmak. 1.seçimin bana getireceği artılar nedir? eksileri nedir? peki ya 2. seçimin artıları eksileri nelerdir? Böylece tablo şeklinde ya da grafiklerle, getirileri ve götürleri bizzat görerek karar vermek belki bir nebze kolay hale geliyor.




Geçen hafta okulum açıldı, burada da Türkiye'de olduğu gibi okulun ilk haftası "add-drop" yani beğenmediğiniz dersleri bırakıp beğendiğiniz dersleri alma haftası ki ben bu haftalarda çok zorlanıyorum. Hangi hoca daha iyi, hangi ders daha kolay, hangisinin sınavı var hangisinin yok vs.. Geçen dönemin ortasında seçmiş olduğum dersi beğenmeyip yeni bir derse karar vermem yaklaşık 7 gün sürdü, kararımı veridkten sonra da matematik hesaplarını yapmaya devam ettim. Öbürü daha mı kolay dı acaba, iyi mi yaptım bunu seçerek gibi. Bir karar verdikten sonra o kararın arkasında durmazsanız insanlar bunu hemen farkediyor ve siz aslında ne kadar güçlü karaktere sahip olursanız olun o kararsızlık hemen seziliyor. Birkaç sene evvel aile dostu bir astrolog benim yıldız haritamı çıkardı. Burcum "koç", yükselenim "yengeç"!! Tamam işte o anda herşey açıklığa kavuştu. Koç ates, yengeç su, su ateşi söndürür, ateş ile su nasıl aynı yerde barınsın ki? Meğer benim bütün kararsızlıklarımın temeli buymuş! Bende rahatladım bundan sonra kendimi acımasızca yargılamamaya karar verdim.




Ben tipik koç kadınıyım aslında hayatımda genelde anlaşamadıgım koç burcu olmadı , biraz inatcılık, fevrilik dısında bence gayet güzel ve sağlam bir burç:) neyse konumuz dışına çıkmayayım, diyeceğim odur ki bu kararsızlık başa bela...




Hayat yaptığınız seçimlerin bedellerini ödeyerek ilerlediğiniz bir yoldur bana göre, ama seçim yaptıktan sonra da dönüp arkaya bakmayacaksınız, kararınızın arkasında duracak, "keşke"lere ve pişmanlıklara yaklaşmayacaksınız. Acabaların yanından geçmeyeceksiniz. Diğer yolu merak etmeyeceksiniz. Etseniz de etmemiş gibi yapacaksınız, belli etmeyeceksiniz. Insan kendini nasıl hissediyorsa karşısındaki de o kişiyi öyle görüyor.




En kötü karar bile kararsızlıktan daha iyidir, en azından karar verilmiştir artık, o yönde adım atılmış ve o yola girilmiştir. Kararsızlık cesaretsizliktir aslında, harekete geçmekten korkmaktır, adım atmaktan korkmak...Ya başa çıkamazsam korkusudur, ya beğenilmezse ya mutlu etmezse ya da tatmin etmezse duygusudur. Alınan karar bunlara yol açabilir, mutsuz edebilir, tatmin etmeyebilir ama en azından karar alınmıştır ve onun bedeli de budur. Sağduyu karar almada en önemli etkendir bana göre, o ne derse genelde pek yanılmaz, ona güvenmek gerekir..
Sağduyu sizi zora doğru da çekebilir ama bunu yapıyorsa mutlaka bir bildiği vardır, şimdi zor olan bir zaman sonra kolay olur ve iyiki de seçilmiş olur, işte bu başarıya ulaşmak demektir


Ateşle de suyla da şaka olmaz, ateş ateşliğini; su suluğunu bilsin, herkes kendi köşesine çekilsin ve alınacak kararları rahat bıraksınlar. Hayatta herşey bir ders bir sınav, aslında bazen de oluruna bırakmak gerek, aldığımız kararlar ile neyi ne kadar değiştirebiliyoruz ki? beki de sonuçlar öyle veya böyle aynı olcak, belki o kararlar sadece bizi sınayan fakat her iki şekilde de bizi aynı yere götürecek olan basamaklar...



Kararlar, bedeller, yol ayırımları..belki de bunlar sadece insan yaratımları..belki de sonuç hep aynı....



sevgiyle...




20 Ağustos 2009 Perşembe

Amerika, Amerika...



Amerika..Dünyanın başkenti, büyük güç..Türkiye'den Amerika nasıl görünüyor? Fırsatlar ülkesi, yaşamın kolay olduğu ülke..
Ben hayatımda hiçbir zaman Amerika hayranı olmadım, olamadım, olmak istemedim.
Bana göre Amerika; imkan varsa bir süreliğine gelip, tecrübe edinip, (dil okulu, yuksek lısans, sertifika, iş.. olabilir) cok da uzatmadan ülkene geri döndüğün zaman gerçekten insanın kişiliğine birçok artı katar.

Bir kere gerçekten dünyanın diğer ucu, bütün sevdiklerinden kilometrelerce uzaktasın ve arada okyanus aşırı mesafeler var.. Bu okyanus aşırı mesafe lafı benım gibi akşam karanlığında güney sahillerinin iskelelerine zor çıkan biri için çok büyük anlam ifade ediyor.
Yani şöyle haftasonu gideyim ailemi arkadaşlarımı görüp geri geleyim diyebileceğin bir yer değil, benim olduğum yerden Türkiye ile aramızda 7 saat zaman farkı var. Sevdiklerimizin çoğu orada güne başlarken biz burada henüz uyuyor oluyoruz. Neyseki bu internet denen hadise var da iletişim kurmak problem olmuyor sevdiklerimizle..
Amerika büyük güç bunu anladık tamam da neden mesela tarih atarken bizim gibi önce günü değil de önce ay ı yazıyorlar? Peki neden hava durumuna fahrenheit olarak bakıyorlar da celcious olarak değil? Neden bütün dünya mesafeleri anlatmak için "km" kullanırken amerikalı kardeşlerimiz "mil" kullanıyor...bu liste böyle uzar gider. Aslında ilk etapta ne var bunda diyebilirsiniz ama burada yaşamaya başlayınca ilkokul birinci sınıftan beri alıştığınız tarih atma şekli burdakilere birşey ifade etmediğinde bu konu önemli hale geliyor. Bir de evinize tartı alıp tartılmak istediğinizde karşınıza çıkan 3 haneli rakamlar da sizi baya şaşırtıyor. 115 mi aman tanrım ne oldu bana???Neden kg yerine pound kullanıyorlar ki. Tamam abartmaya gerek yok insan tabii ki de alışıyor bunların hepsine ama sadece bu soru akılda kalıyor "neden"!!
Tartıda çıkan 3 haneli rakamı 2.2 ye böldüğünüzde kg, yolda kaç km yaptığınızı bulmak için de mil i 1.6 ile çarpıyorsunuz.
Gündelik hatta 10 günluk hava durumuma bakmadan rahat edemiyorsanız benim gibi o zaman internette fahrenheit ı celcious a çeviren otomotik hesaplayıcıları kullanabilirsiniz.
İşte bunlar en basit günlük hayatta alışılması gerekenler.
Burası bizim ülkemizden, Avrupa ülkelerinden, İskandinav ülkelerinden tamamen farklı, burada kurallar insanların uyması için konmuş ve uymayanlar zaten mutlaka cezalarını çekiyorlar.
Burada en cok sevdiğim hadiselerden biri insanların birbirlerine olan saygıları, herkes birbirine kapı tutar, yanınızdan geçerken veya aksırdıktan sonra mutlaka "excuse me" der ve mutlaka ama mutlaka " günaydın" derler. Upuzun kuyruklarda saatlerce sıkılmadan bekler ve şikayet etmezler. Devlete oldukça yüklü vergi ödersiniz ama bun vergi size gerçekten yol-su-elektrik olarak döner. Kimse kimseye dönüp ne giymiş diye bakmaz, araba kullanırken taciz edilmezsiniz, ama sizin ikramınız ve misafirperveliğiniz hiçbir yerde bulunmaz.
Bizim arkadaşlıklarımız, aile ilişkilerimiz, yaşam tarzımız o kadar farklı ki, burada herşey profesyonellik ve iş anlaşması şeklinde, mesela bir ev arkadası arıyorsanız bu tamamen kira kontratını ödemek ev giderlerini karşılamak için yapılmış bir ortaklık oluyor, yani iyi vakit geçirip anlaştığınız bir arkadaştan çok iş ortağı arıyorsunuz kendinize.
Bu ve bunun gibi örnekler çoğaltılabilinir.
Bugünlük biraz olsun buradaki alışkanlıklardan ve farklılıklardan bahsetmek istedim, bence İstanbul gibisi yok, olamaz....


sevgiler..












17 Ağustos 2009 Pazartesi

pratik elmalı tart (bahar teyzemin tartı)


Arkadaşlar yarım saate oluyor ve çok lezettli!

Malzemeler:

2 adet elma

1 su bardak sıvıyağ

1 su bardak şeker

3 yumurta

1 bardak un

tarçın

vanilya


Yapılışı:

Şeker ile yağı çırparak iyice yedirin, üzerine biraz vanilya ile 1 bardak unu katıp karıştırın. 3 yumurtayı ayrı bir yerde çırpıp diğer karışıma ekleyin. (boza kıvamında olacak)

Tart kabını yağlayın üzerine 2 adet elmayı soyup dilimleyin. Dilimlenen elmalar üzerine tarçın ve şeker serptikten sonra boza kıvamındaki hamuru elmaların üzerine dökün. Önceden ısıttığınız fırında 20-25 dakika kadar pişirin.


Bu tartın tam tarifi , daha hafif yemek isteyenler için
- beyaz un yerine kepek unu,

-meyvaların üzerine şeker serpmek yerine sadece tarçın serpmek,

-yumurtayı 3 yerine 2 tane koymak.


Ayrıca aynı tarta sırf elma yerine şeftali de ekleyebilirsiniz!!


AFİYET OLSUN!!!
P.S.:yapar yapmaz resmini çekmem gerekiyordu ama dayanamadım yedim!!

Ballroom dancing!!




Cumartesi akşamı, burak'ın bana bir hafta önceden söz verdiği Ballroom dance party vardı.. Dansetmek sizin için bir nefes alma biçimi ise böyle geceler gerçekten çok önemli oluyor. Fakat ballroom dance'lerini yapabilmek için partnerinizin de bu dansları bilmesi gerekiyor. Hatta %99 erkek kadını yönlendiriyor dans ederken..
Akşamüstü dominos'un harika pizzalarını yiyerek John Malhovic'in inanılmaz oyunculuğunu seyrettikten sonra sıra dans partisi için hazırlanmaya geldi. Delaware çok da partilere ev sahipliği yapan bir eyalet değil. Aslında burası bazı flimlerde gördüğümüz "gerçek Amerika" bana göre. İnsanlar sabah 6 da kalkar, duşlarını alır, küçük cocuklarını hazırlar, yemek çantalarını hazırlar ve 7 gibi evden çıkarlar. Çocukları "day care"'e bıraktıktan sonra işyerlerine giderler. Akşam 5-6 ya kadar çalışıp çocuklarını alıp evlerine dönerler. Bazen, genelde çarşamba ve cumaları iş çıkışları pubların "happy hour"larına giderler ve 8 gibi evlerine dönerler. Aile kavramı çok önemlidir. Haftasonları hava güzel, güneşli ise çevredeki parklara veya hayvanat bahçelerine hava kapalı veya soğuk ise alışveriş merkezlerine giderler. Sonra "olive garden, Red losbter, Applebee's..." gibi amerikanın bütün eyaletlerinde olan restorantlarda yemeklerini yer 9 olmadan evlerine dönerler.
Burası Amerikanın 1. eyaleti, oldukça küçük ve fakat "tax free". Bu da demek oluyor ki harika alışveriş imkanları var:) Devasa büyüklükte outletlerdeki gece elbiseleri, çantalar, ayakkabılar Türkiyeye kısayla %80lere varan şekilde daha ucuz. Bir Türk için buradaki en büyük eğlencelerden biri alışveriş yapmak. 10 dolara çok şık marka ayakkabı ya da elbise alınabiliniyor.
Ben buraya geldiğimde ilk 6 ay yapacak başka birseyim olmadığından bu outletler üzerine yüksek lisans yaptım, gerçekten nerede ne var biliyorum. Bu eyaletin diğer bir özelliği ise bütün büyük bankaların, önemli şirketlerin merkez binalarının burada olması. Tax free özellikten dolayı burada şirket kurmak daha avantajlı bu da Delaware eyaletini çekici hale getiriyor.
Neyse, dediğim gibi eğlenmek ve party yapmak istiyorsanız yaklaşık 45 dakika mesafedeki Philadelphia'ya gideceksiniz. Orası NewYork'un küçük hali. Gece kulüpleri, restoranlar, tiyatrolar, sergiler, müzeler...yani yapacak aktivite çok ve İstanbul gibi olmasa da bir nevi yakın diyebilirim. Bizim gibilerin alıştığı türden bir yaşam yani.. Şehir yaşamı..
Dans okulu "Blueballroom" gerçekten çok güzel, inanılmaz güzel bir stüdyo, harika ışıklandırma, kocaman bir pist, aynalar..gerçekten harika..Yaş ortalaması 55!Bir ki tane genç var o kadar. Burak dans etmeyi sevmese de o gece katlanacağına söz verdi.
Ben deli gibi salsa çalmasını beklerken bütün gece sadece 2 tane çaldı ve durmadan ama durmadan "vals" yapıldı.
Adımlarını en az bildiğim dans vals, fakat yaş ortalamasına bakınca insanların kanter içinde salsa yapmasını beklemiyoruz. Biz kendımız yeni bir vals uydurduk ve cıkarken birçok kişiden tebrik aldık. Burak için "kamikaze adımların var" bile dediler. Uzun bir süre tango ya da vals duymak istemiyorum çok yavaş muzik ve çok monoton adımlar. Salsa, ça ça, rhumba hayali valse dönüştü ama yine de çok güzel vakit geçirdik.
Şimdi bizi oraya devamlı derslere katılmamız için bekliyorlar fakat sanırım Burak için bu söz konusu bile olamaz. Bu kadar dansa aşık ben bile vals yapmak istemiyorum.:)
Sanırım Delaware eyaletindeki en güzel okullardan biriydi. Belli yaşlara gelmiş o kadar insanı 4 saat boyunca birşeyler yapmaya çalışırken izlemek aslında en büyük keyifti sanırım.
Kaç yaşında ve nerede olursak olalım, insan kendisi oyalayacak, eğlendiricek birseyler bulabiliyor galba. Pistte 70 yaşın üstünde insanlar vardı, umarım hepimiz o yaşlara kadar gelebilirsek onlar kadar şanslı oluruz.
Şimdi yeniden araştırmalara devam ediyorum, Delaware 'de nerelere gidilir, nasıl eğlenilebilinir. Çabalarım boşa çıkmıyor, bir sürü yeni yerler keşfediyoruz, bizim gibi uzun mesafe gitmeye üşenenler için çevremizde alternatiflerimiz olmalı!
Aslında bunca sene aldığım dans derslerinde neden eğitmenlik üzerine birşey yapmadığımı farkettim o gece, şuanda bu konuya yoğunlaşmaya karar verdim.
Okul 2 gün sonra açılıyor, dersler ,evişleri, yemek derken sanırım bunları düşünmeye bile vakit kalmayacak ama insan herzaman ne ile mutlu oluyorsa onu yapmalı değil mi?
Belki bir gün bu hayal de gerçek olur, iste, hayal et, çaba göster, gerçekleşsin..ama gönülden iste..

sevgiyle..

14 Ağustos 2009 Cuma

sevdiklerinden uzakta..










Geçen hafta 8.9.2009 kaçırdığım düğünlerden kaçıncısı idi bilemıyorum..1,5-2 senede en sevdiğim arkadaşlarımın düğünleri öylesine arka arkaya oldu ki..Gerçek dostlar birbirlerinin "mutluluğunu paylaşanlardır" bana göre..Tabii ki kötü gün dostu-zor anlarda dert ortağı-başını yaslayacak omuz...Bunlar da arkadaşlığın olmazsa olmazlarındandır ama mutluluk paylaşmak herkesin yapabileceği bir hadise değildir. Arkadaşın kadar mutlu olabilmek, onun kadar heyecanlanmak, onun yerine sevinmek, onunla en ama en mutlu gününü paylaşabilmek..bence bunu sadece gerçek dostlar yapabilir..

Geçen hafta cumartesi günü Burçin'in düğünü vardı. Bizim bütün kızlar orada olacaktı, uyanır uyanmaz saat 11 civarı (türkiyede saat 6) telefon açtım ki orada bedenen varolamasam da en azından kalbimin orada olduğunu, ne kadar çok orada olmak istediğimi söyleyeyim. Ben aradığımda resimleri çekiliyormuş ama olsun en azından sevgilerimi iletebildim.
Bütün gün surat asıp bu gidemediğim kaçıncı düğün diye hayıflanırken Burakla beraber Philadelphia'ya gidip "Rocky" fliminin çekildiği yerleri gezmeye karar verdik. Yaşadığımız yerden 45-50 mil civarı uzaktaki "Philadelphia Museum of Arts" yani aslında "Rocky Steps" olarak bilinen yeregeldik. Müze gezmeye talepten çok hemen yanındaki Rocky heykeli ile resim çektirebilmek için sırada bekleyen upuzun bir kuyruk vardı. Biz Türkler sıraya girme konusunda Amerikalılar kadar sabırlı olmadığımızdan, heykelin uzağından da olsa resimlerimizi çektikten sonra Rocky Step'leri çıkmaya başladık. En tepeye yani müzenin girişine vardığımızda 3 tane beyaz limuzin, 3 adet gelin ve damat, ve de onların nedimeleri resim çektiriyorlardı. Meğer bu Art Museum insanların evlenirken resim çektirmek için özel olarak gittikleri bir yermiş. Biz biraz dinlenmek için bulduğumuz banka oturup "düğün alaylarını" seyrederken, birden 3-5 kişiden oluşan gençler grubu ellerinde kocaman bir teyp ve Rocky müziği "eye of the tiger" dinleyerek dansetmeye başladılar. Daha sonra poz veren gelin, damat ve nedimeler de onlara katıldı ve kendimizi bir anda bir düğün ortamında buluverdik.

Gerçekten cok eğlenceli idi, özellikle çok isteyip de katılamadığım düğünü sayıklerken kendimizi böyle bir ortamda bulmak inanılmaz oldu. Havaya atılan çiçekler, uçuşan duvaklar, birbirinden mutlu suratlar, bunu paylaşan dostlar...harikaydı..kendi arkadaşımın düğününde olamasam da o ortamı biraz olsun hissetmek güzeldi..
Düğünler gibi doğumgünüleri de insanın aklını buradan alıp İstanbul'a götürüyor. Burçin'in düğününün ertesi günü 9.8.2009 ablam Asena'nın doğumgünü idi. Aklımız yine feci şekilde yapacakları kutlamada, kesecekleri pastada kaldı. Allah sağlıklı, mutlu, huzurlu, upuzuuun ömürler versin!!
Allah gerçekten başkası için mutlu olmayı bilen, başkasının mutluluğunu kıskanmadan paylaşabilen, güleryüzlü, eğlenmeyi bilen dostlar versin.
Uzakta olunca sevdiklerinin değerine değer katılıyor ve onları daha çok düşünür hale geliyorsun. İstanbul'da yaşam, trafik, stres, iş, zaman darlığı derken belki de sevdiklerimizi ihmal ediyor ve sonsuz yaşama zamanımız varmışcasına hareket edip, bazı yapılması gerekenleri erteliyoruz. Ben buraya geldikten 1 sene sonra, İstanbulda iken neden ilkokul arkadaşlarımla tamamen irtibatımın kopuk olduğunu düşündüm ve facebook aracılığı ile birçoğuna ulaştım. Uzakta olunca tanıdığın, sevdiğin herkese sahip çıkıyorsun sanırım:)
Burçincim sana ve Kereme sonsuz mutluluklar ve huzurlu, sağlıklı aşk dolu upuuzuun ömürler diliyorum..Katılamadığım diğer evlenen bütün arkadaşlarıma da aynı dilekleri tekrarlıyorum. Orada olup sizinle delicesine dansetmek isterdik!!!
Kaçırdığım bütün doğumgünülerini kutluyorum. ABLAM'ın ve haftaya SOFI'minkini kocaman kocaman kutluyorum.:)
Daima daima mutlu günlerde birlikte olmak dileğiyle..
sevgiyle...












11 Ağustos 2009 Salı

uzaklarda olmak...

merhabalar
dünyanın öbür ucundan okyanus aşırı mesafelerden yazıyorum.
Burda hava bugün cok sıcak yaklaşık 35 derece, ama bizim bildiğimiz İstanbul sıcağı gibi değil çünkü burda bir anda yağmur yağar, şimşek çakar, fırtına cıkar. Sonra hiçbirşey olmamış gibi güneş yeniden yüzünü gösterir. Bir de o nem yok mu? "Friends" seyredenler bilirler hani bir bölümde Barbados'a gidiyorlardı ve orada Monica'nın saçları nemden dolayı kabarıyordu.İşte coğu zaman burada öyle gezmek zorunda kalıyorum:)
Sıcaktan bunalıp kendinizi kapalı mekana atmak istediğinizde, bu alışveriş merkezi veya büyük devasa marketlerden biri olabilir, klimalar öyle bir çalışıyor ki aklınız hayaliniz durur. Eksi 5 derece rahat vardır. Geçenlerde sinemaya gittik. "Public ennemy" oynuyordu. Yaz ayında olduğumuzdan tişörtlerimizle sinemaya girdik. Hayatımda uzun zamandır o gece üşüdüğüm kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Burak kollarını ısıtmak için kollarını tişörtünün içine soktu, ben dizlerimi karnıma çektim ki ayaklarım ısınsın..keşke yanımızda battaniye getirseydik yok hırka alsaydık ya da atkı getirseydik diye söylenmekten flimden de birsey anlayamadık.
Burada yaşıyorsanız yaz aylarında hırkalarınızı kaldırmayacaksınız. Çantanızda mutlaka bulunduracaksınız çünkü aynı şekilde yemeğe gittiğiniz restoranlar da derin dondurucu kıvamında.
Üniversiteler de aynı tabiiki..anfilerin, sınıfların soğundan hocaları doğru düzgün dinleyemiyorsunuz çünkü kahve almamışsanız soğuktan içiniz geçiyor şöle bir kestirme hayali kuruyorsunuz bütün ders...
Bugün 3 ay aradan sonra ilk defa okula geldim, kitaplarımı aldım ve haftaya başlayacak olan dersler için hazırlanmam gerekiyor. 3 dersden ders basına 50şer sayfa okumam var ve bir hafta zamanım. Sabahın 9undan beri kütüphanedeyim fakat o kadar üşüdüm ki değil okumak kitapları açamadım bile. Henüz okuldaki kafeler açılmadığından 5 dakika mesafedeki "mall" içindeki caffee beanery 'den kahvemi aldım umarım birşeyler okuyabilirim.
Burada neler yaptığımı, Amerikada hayatın nasıl olduğunu, en çok nelerin özlendiğini ve gördüklerimi sizlerle paylaşacağım..umarım okumaktan keyif alırsınız..
şimdi dersime dönmem gerek
uzaklardan sevgiyle....